27 Kasım 2013 Çarşamba

Ekinazya ve Çocuklar

Sizlere bugün uzun zamandır aklımda olan bir konu hakkında kısaca bilgi vermek istiyorum. Birkaç ay önce bir mail aldım. Okulda dönem başı olması nedeniyle işler yoğun olunca cevap yazmam da gecikti. Sonra sadece maile cevap yazmak yerine maili bloga ekleyip cevabımı da buraya yazmanın daha uygun olacağına karar verdim. (Soruyu soran kişinin kimliğini bildirmemek için isimleri kırptım.)

"Hocam merhaba,
Ben 2004 yılı Gazi Eczacılık mezunuyum. Şu anda S....'da serbest eczacılık yapmaktayım. Size bir soru sormak istiyorum. Küçük yaştaki çocuklarda ekinezya kullanımının ileriki yaşlarda çeşitli kanser türlerini arttırdığına dair herhangi bir çalışma var mı? Ya da herhangi bir zararı olduğuyla ilgili başka bir çalışma. İ..... isimli şurupta 5 mlinde 70 mg. ekinezya var. Çinko,propolis,beta glukan ve mürver de içeriyor aynı zamanda. Bağışıklık sistemini güçlendirmek için tavsiye etmeyi düşünüyordum. Bazı doktorların önerdiğini bazılarınınsa önermediğini okuyunca kesin bir bilgi almak için size blogunuzdan ulaştım. Cevap verirseniz sevinirim..

Teşekkürler,iyi çalışmalar..

B.... Eczanesi/S....
Ecz.B.... ......"

Meslektaşımın bahsettiği bitki ekinazya, Papatyagillerden (Asteraceae familyasından). Ülkemizde doğal olarak yetişmiyor. Birçok ekinazya türünden sadece Echinacea purpurea, pallida ve angustifolia'nın bitki özsuyu ve kök ekstrelerinin (özütlerinin) etkisi bilimsel olarak ortaya konmuş. Bitkiden elde edilen bitkisel ilaçlar; üst solunum yolu enfeksiyonlarından koruyucu, tedaviye yardımcı ve bağışıklık sistemini destekleyici olarak kullanılıyor. Ayrıca bu ilaçların uçuk, boğaz ve akciğer enfeksiyonlarına sebep olan virüslerin de üremesini engellediği bulunmuş.

Fotoğrafları Nurnberg'deki Bionorica İlaç Firması'nın bahçesinden çekmiştim.
Ülkemizde kış çayı olarak satılan poşet çaylarda da bitkiye rastlıyoruz. Ancak asıl etkiyi gösteren maddeler suda çözünmediği için çay şeklinde kullandığınızda yüksek etki görmek mümkün değil. Damla, şurup, kapsül gibi formlarda taze bitkinin özsuyu ve köklerinden uygun şekilde hazırlanmış ve standart hale getirilmiş ürünlerin kullanılması gerekiyor. Ürünlerin etkisinin gözlenebilmesi için az bir ay düzenli kullanılması gerekiyor.

Çocuklarla ilgili soruya gelecek olursak, benim taradığım kaynaklarda ve yeni makalelerde Echinacea'nın kansere sebep olduğuna dair hiç bir yayına rastlamadım. Ancak bitkinin bağışıklık sistemi üzerine etkisi bulunduğundan otoimmun hastalıklar, organ nakli yapılanlar, tüberküloz, MS ve AIDS hastalarında kullanılmaması gerekiyor. Bir de Papatyagiller'in polenleri çok alerjen, bu sebeple alerjisi olan çocuklarda Echinacea kullanılmaması gerektiği ile ilgili uyarılar mevcut.
(http://www.mhra.gov.uk/NewsCentre/Pressreleases/CON180627)

Almanya Nurnberg'de katıldığım bir kongre sonrası oradan standardize bir Echinacea preparatı almıştım. Uzun süre kullandım ve çok memnun kaldım. Tekrar gidersem almadan gelmeyeceğim. Ben denedim ve etkisini gördüm, bu sebeple önerebilirim. Ama güvenilir bir firmanın doğru ürününü seçmek gerektiğini de tekrar etmeliyim. 

Ülkemiz piyasasında bulunan ürünün kullanımının da formülasyonu çok mantıklı geldiği, bilimsel olarak anlamlı olduğu için uygun olduğu fikrindeyim. Tabii eczane eczacısı okurlarımdan gelecek olumlu/olumsuz yorumlar olursa onlara da bu yazı altında yer vermek isterim. 

Sağlıklı bir kış geçirmemiz dileğimle...

24 Kasım 2013 Pazar

Çay Çeşitleri

Birkaç gün önce arkadaşım Hale Gamze çay çeşitleri ile ilgili bir görsel paylaştı sosyal medya üzerinden. Çok hoşuma gittiğinden ve "beyaz çay ne ki?", "yeşil çayla siyah çay aynı bitkiden mi elde ediliyor?" gibi sorularla sıkça karşılaşan biri olarak hemen bloga eklemeyi düşündüm.

İlk olarak; beyaz çay, yeşil çay, siyah çay ve ülkemizde pek tanınmayan Oolong çay, çay olarak bildiğimiz, ülkemizde Karadeniz'de yetiştirilen Camellia sinensis (=Thea sinensis) bitkisinden hazırlanıyor. Sadece başlarından geçen işlemler birbirinden biraz farklı. Bunun sonucunda tatları, renkleri, kokuları ve kimyasal içerikleri de birbirlerinden farklı.


Beyaz çay hazırlamak için; çay bitkisinin yaprakları ve filizleri toplanıyor. Buharla muamele ediliyor. Daha sonra kurutulup çay yapımı için satılıyor. Çay çeşitleri içinde en az işlem göreni beyaz çay. 

Yeşil çay hazırlamak için yapraklar toplanıyor. Soldurma aşamasının ardından hızla kurutuluyor; bu aşamada tepside veya buharla kurutma yapılabilir. Bunlar iki ayrı teknik. Daha sonra tam kurumamış bütün haldeki yapraklar kıvırma-şekillendirme aşamasına geliyor. Şekillendirildikten sonra tamamen kurutuluyor.

Oolong çay için, toplanan yapraklar solduruluyor, çalkalanarak kurutuluyor. Kısmı oksidasyona tabii tutuluyor, bu sırada bitkideki bazı kimyasal maddelerin yapısı değişiyor, yeşil renk kararmaya başlıyor. Enzimler de ısı sebebiyle bozuluyor. Daha sonra yapraklar tamamen kurutuluyor.

Siyah çay hazırlamak için yapraklar toplanıyor, soldurma işleminden sonra kıvrılıyor. Tamamen oksidasyona tabii tutuluyor. Bu aşamada yine renk koyulaşıyor, enzimler bozuluyor. Çaya rengini veren teaflavin, tearubigin gibi maddeler oluşuyor. Fırınlanıp kurutularak satışa sunuluyor.

Ülkemizdeki üretimle ilgili daha ayrıntılı bilgileri
Çaykur'un web sitesinden edinebilirsiniz: 
http://www.caykur.gov.tr/Caykur/2/19/72/cay-uretimi.aspx



Bir blog yazısını daha bitirdiğime göre, demli güzel bir çayı hak ettim demektir, hepimize afiyet olsun :)

21 Kasım 2013 Perşembe

Kabak Çekirdeğini Sever Misiniz?

İnfografikleri çok sevdiğimi daha önce de söylemiştim sanırım. Öz bilgiyi içeren renkli görsellerle desteklenmiş bu materyaller, eğitim sırasında da sıkça kullanılmalı bence. 

Geçenlerde tıbbi bitkiler ve farmakognozi adına hazırlanmış bir internet sitesinde çok güzel infografiklere rastladım. Site malesef İngilizce. Adresi: http://www.medicinalplants-pharmacognosy.com/graph/. Sitede birçok bitki ile ilgili görseller ve bilgiler mevcut, her geçen gün yenileri de ekleniyor. 

Başlığa bakıp yazıyı okumaya devam edenler için cevabımı vereyim, ben kabak çekirdeğini pek severim. Aşağıda da kabak ile ilgili hazırlanmış bir infografik var. (Diğerleri için siteye bir göz atın derim.) 



Cucurbita pepo, ülkemizde sakız kabağı adıyla bilinen, silindirik meyvası olan bir kabak türü. Meyvası beyazımsı renkte, ülkemizde çok yetiştiriliyor ve sebze olarak kullanılıyor. 

Çekirdeklerinde reçine, sabit yağ, steroller ve kukurbitin isimli aminoasit yer alıyor. Çekirdekler, halk arasında kurt ve tenya düşürücü etkili olarak hem yetişkin hem de çocuklarda kullanılıyor. 

Kabak çekirdeğinin prostat büyümesi (BPH) ve mesane hasarında kullanımı da Alman Komisyon E tarafından onaylanmış. Yukarıda bu bilgiler ve daha fazlasına kısaca yer verilmiş... 

3 Kasım 2013 Pazar

Milli Botanik Bahçemizin Temeli Atıldı

Aylardır hatta birkaç yıldır ODTÜ'den Eskişehir yoluna döndüğümde gözüme aynı tabela takılıyordu "Türkiye Milli Botanik Bahçesi". Gazi Fen Biyoloji'den birkaç hocamıza ara ara bu bahçeyi sorduğumda sadece belirli bir alanın ayrıldığını ancak açılışın yapılmadığını duyuyordum. Bu sabah okuduğum haberle "e nihayet" dedim.

Ülkemizin ilk (?) milli botanik bahçesi olduğu belirtilen bahçenin temel atma töreni 31 Ekim Perşembe günü yapılmış. Haberin bir çok yerinde botanik yerine botonik yazılması da dikkatimden kaçmadı. Ben düzeltip özetleyerek veriyorum haberi:

Türkiye'nin sahip olduğu bitki çeşitlerini muhafaza altına almak amacı ile uluslararası niteliklere uygun tasarlanan 'Milli Botanik Bahçesi'nin temeli Ankara'da düzenlenen törende atıldı. 

2005 yılında ağaçlandırma faaliyetleri ile başlayan Milli Botanik Bahçesi projesinde seralar kompleksinin (70 bin metre kare) temel atma töreni gerçekleştirildi. Törene, Danıştay Başkanı Zerrin Güngör, Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker, Orman ve Su işleri Bakanı Veysel Eroğlu, Gümrük ve Ticaret Bakanı Hayati Yazıcı, Ankara Büyük Şehir Belediyesi Başkanı İ.Melih Gökçek katıldı.


Törende konuşan Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker, bahçenin 2 bin 500 dönüm alanda, kurulacağını, projenin 2015'te tamamlanacağını söyledi. 

Türkiye'nin dünyadaki 8 bitki gen bölgesinin 3 tanesinin kesişme alanında yer aldığını açıklayan Bakan Eker, Akdeniz-Avrupa, Asya-Sibirya, İran-Arık tropik bölgelerinin dışında, yeryüzünün bitki çeşitliliği bakımından Türkiye'nin dünyanın en gelişmiş ülkesi olduğunu bildirdi. Bunu tespit etmek için bir takım çalışmalar yaptıklarını ve şu ana kadar 4 binin üzerinde endemik bitki türünü kaydettiklerini ifade eden Eker, Türkiye coğrafyasında var olan, ıslah edilen, ticari olarak üretimi yapılan 86 bin 600 tohum çeşidini, dünyanın üçüncü büyük tohum gen bankasında muhafaza ettiklerini söyledi. Ülkenin biyolojik çeşitlilik bakımından en zengin bölgesinin Antalya olduğunu da dile getiren Eker, orada da 'Tıbbi ve Itri Araştırma Merkezi'nin kurulduğunu aktardı. Şu anda da doku kültürü merkezleri dahil olmak üzere bir çok merkezin inşaat halinde olduğunu belirten Eker, bu merkezlerin bir kısmının ise 2015'te devreye gireceğini kaydetti.

Bahçenin 2200 dönümünde ağaçlandırma çalışması yapılmış. Proje aşamasında titiz ve uzun bir hazırlık sürecinden geçilmiş. Dünyanın bütün botanik bahçelerinin gezildiği belirtilmiş (ki bu bana pek de inandırıcı gelmedi). Bunların hepsinin ışığında, bizim Milli Botanik Bahçe projesi hazırlanmış. 

Eker, "Bahçede, biyoçeşitlilikle ilgili koleksiyonlar oluşturulacak, bunların muhafazası sağlanacak. Dünya standartlarında bitki kütüphanesi oluşturulacak. Bütün bitkiler kurutularak muhafaza edilecek (herbaryum işte). Özel iklim seraları oluşturulacak. 4 binin üzerindeki endemik bitki ya özel seralarda ya da seralarda muhafaza edeceğiz. Çöl serası da, tropik bitki seraları ve su bitkileri seraları da olacak. Bütün iklim koşullarında yetişecek, seralar oluşturulacak. Araştırma faaliyetleri için bir laboratuvar olacak. Vatandaşların biyoçeşitliliğe olan ilgilisinin oluşturulması ve ilginin sürdürülebilmesi için bu park büyük öneme haiz. " demiş.

Umarım bu bahçe güzel ümitlerle başlanıp birkaç yıl sonra sadece basit bir park olarak kalacak bir alan olmaz. Milli botanik bahçesi adına yakışır, bilimsel bir yer olur da hem öğrencilerimize, hem ülkemize gelen yabancılara gururla gezdirebiliriz. İhtiyacımız olduğunda ilk oraya başvururuz. Çok şey mi bekliyorum sizce sevgili blog ziyaretçileri? 

21 Ekim 2013 Pazartesi

Bitkisel Ürünler

Not hazırlarken bulduğum güzel bir özet. Bitkisel ürünleri anlatmış kısaca. Bulunsun, lazım olunca açar bakarız. Şimdilik İngilizce maalesef. 
Linkten daha büyük halini kendi bilgisayarınıza indirebilirsiniz: resim linki

2 Eylül 2013 Pazartesi

Bitkisel Tatlandırıcı Stevia


Babaannem şeker hastasıydı. Çocukluğumdan onunla ilgili aklımda kalan şeylerden biri de bolca çay içtiği ve tatlandırıcı olarak sakarin kullandığıydı. Aradan geçen yıllar önce metal kutudaki sakarini blister ambalaja (hani şu arkası aluminyum kaplı plastik ilaç ambalajlarına) soktu. Sonra sakarin yerine çok daha az miktarda kullanıldığında çok daha fazla tat veren yeni tatlandırıcılar keşfedildi. Eczane raflarında hatta AVM'lerdeki büyük marketlerde bitkisel tatlandırıcı adıyla satılan stevia da bu akımın son ürünlerinden biri.



Stevia (şeker bitkisi, şekerotu), bileşikgiller (Asteraceae, papatyagiller) familyasından bir bitki. Bitkinin ana vatanı Orta ve Güney Amerika ancak ülkemiz dahil bir çok yerde kültürü yapılıyor. Paraguay,Brezilya'da yüzyıllardan beri, Japonya'da da kırk yıldan fazla süredir tatlandırıcı ve gıda katkısı olarak kullanılmakta. (Bu kadar yıldır kullanılıyorsa güvenilirdir anlamında bahsediyorum bu sürelerden). Hatta (bir önceki yazımda bahsetmiştim) günümüzde Coca cola gibi firmalar içeceklerinde de stevia kullanmaya başladılar. 


Bitkinin Latince adı Stevia rebaudiana. Yaprakları tatlandırıcı olarak kullanılıyor ve kabaca steviol yapısında diyebileceğimiz birçok madde (steviozit, rebaudiozit, dulkozitleri) içeriyor.

Stevia'dan elde edilen özütün (ekstrenin), kan şekerini düzenleyici etkileri olduğu kabul edilmekte. Stevia'nın insülin duyarlılığını ve hatta salınımını arttırıcı etkilerinin olduğunu gösteren bazı araştırmaların varlığı diyabet tedavisinde kullanımını destekliyor.

Stevia'da bulunan ana maddelerden Steviozit, vücudumuzda normal şekerin 250-300 katı daha şekerli olarak algılanmakta. Bu sebeple de bir tutam stevia tozu, bir litre çay, kahveyi tatlandırmaya yeterli.

Bitkinin; şeker hastalığı, yüksek tansiyon, kabızlık, depresyon ve asabiyete karşı olumlu etkileri bulunduğu yapılan çalışmalarda gözlenmiş. Mide ve bağırsak florasını, asit alkali dengesini koruduğu biliniyor. Kalorisi sıfır, diş çürümesine sebep olmayan bu tatlandırıcıyı kullanırken ilaç kullanan diyabet ve tansiyon hastalarında kan şekerini ve tansiyonu daha da düşürebileceği unutulmamalı. 

Gerek diyet yapanların gerekse diyabet hastalarının tatlandırıcılara olan ihtiyacını düşünürsek Stevia ve diğer yeni tatlandırıcıların isimlerini daha çok duyacağız demektir. Herkese stevia 
tadında günler :)

22 Temmuz 2013 Pazartesi

Gelsin Yeşil Kolalar


Raflarda kırmızı etiketli Coca Cola yerine yeşil etiketli şişeleri ilk gördüğünüzdeki tepkinizi görmek isterdim :) Daha şişesi ülkemize girmeden yeşil etiketli kola haberleri basındaki yerini aldı.

Amerika'lı gazlı içecek firması Coca Cola, 1887 yılından bu yana kendisiyle özdeşleşmiş kırmızı ambalaj rengini, doğal tatlandırıcılar (stevia) kullanılmış ve kafein oranı azaltılmış yeni ürünü için yeşil yaptı.

Cola Cola, tüketicileri bir hayli şaşırtacak bir yeniliğe imza atarak 125 yılı aşkın süredir kırmızı renk ile bütünleşmiş olan şişe etiketlerini yeni ürünleri için yeşile çevirdi. Aslında etiket sadece doğal tatlandırıcı kullanıldığı için değil, ürün daha çevreci olduğu için de yeşil renkte. Yeni ambalaj, tamamen geri dönüştürülebilir ve yüzde 30 oranında doğal malzemeden oluşması sebebiyle "Plant Bottle" ödülüne layık görülmüş. Ürün haziran ayından beri (şimdilik yalnızca) Arjantin'de piyasada.

Şirket yetkilileri, her ne kadar aynı gibi görünse de şişenin imalatında çok daha farklı malzemeler kullanıldığını ve doğaya en az ölçüde zarar verecek şekilde tasarlandığını söylemiş.

Yeni ürünün, içerisinde kullanılan “Stevia” adındaki doğal tatlandırıcı sayesinde kırmızı etiketli kolaya kıyasla kalorisi de büyük ölçüde azaltılmış. Klasik olarak nitelendirilen kola 250 kaloriyken yeşil paketli yeni ürünün 108'miş. 

Yetkililer, stevianın içerisinde Fanta Select ve Cola Zero'nun da bulunduğu 45 üründe daha kullanılacağını açıklamış. Yeşil etiketli kolanın diğer ülkelerde ne zaman satışa çıkacağı konusunda ise henüz bir bilgi yok.

Karanlıkta Parıldayan Bitkiler

Evet yanlış okumadınız, karanlıkta parlayan ateş böcekleri, yakamoz veya fosforlu kedi gözlerinden değil bitkilerden bahsedeceğim bu yazıda. 

Amerika'da bilim adamlarının yürüttüğü uzun soluklu çalışmalar ilk meyvelerini vermeye başladı. Glowing Plants Projesi araştırmacılarından Antony Evans'ın Etsy'deki (uluslararası bir e-alışveriş sitesi) sayfasından satın alacağınız tohumları yetiştirdiğinizde, tüm gece pırıl pırıl parlayacak ve elektriğe ihtiyaç duymayacak bir gece lambası bitkiniz olabilir. Hatta bitkiniz büyüdükçe daha fazla parlaklık saçacak. Ne inanılmaz değil mi :)

Mümkün mü? Nasıl olur?
Bilim adamları yıllardır sentetik biyoloji, genetik mühendisliği ve parlama özelliğine sahip canlıları bir araya getirerek, yeni bir sürdürülebilir ışık kaynağı oluşturmayı amaçlıyor.


Bilim insanlarının bu konudaki çalışmalarına göz atacak olursak, ilk parıldayan bitki 1986'da geliştirilmiş. 1989 yılında ateş böceğinde bulunan lusiferaz-lusiferin gen sistemi keşfedilmiş, 2010 yılında başarılan gen transferi ile bu genlerin bitkiye aktarılması ateş böceği gibi parıldayan bitkilerin üretilmesini sağlamış. Çalışmalar, lusiferinin miktarını ve ömrünü uzatacak yöntemler üzerinde devam ediyor. 

Aslında ışık saçan bitkiler konusunda geçmişte adımlar atmış olsa da, henüz çok büyük ilerlemeler kaydedilmiş değil. Tayvanlı araştırmacılar, bir gün sokak lambalarının yerine parlayan ağaçlar koymak için yaptıkları deneyde, suda yaşayan bir bitkiye altın nano parçacıklar nakletmiş ve parlamasını sağlamış. BioLED adı verilen bu teknolojinin ardından, Amerikalı araştırmacılar bitkilere büyürken parlama özelliği kazandırmayı ama parlaklık derecesini istedikleri seviyede tutmayı istiyor.

Günümüzde süren Glowing Plant projesi kapsamında, teknoloji girişimcisi Antony Evans, sentetik biyologu Omri Amirav-Drory ve bitki uzmanı Kyle Taylor, ideal DNA dizilimini keşfederek istedikleri parlaklıkta ışık yayacak bitkiler büyütmeyi amaçlıyor. 

Peki nasıl oluyor da canlılar karanlıkta parlıyor?
Parlama yeteneği ortaya koyan sistem, lusiferaz adındaki bir proteine dayanıyor. Protein yapısındaki bu enzim, yakıtı (substratı) parçalayarak lusiferin adı verilen parlak maddeyi ortaya çıkarıyor. Bu tepkime son derece etkin ve bu kimyasal reaksiyon sırasında çok az ısı ortaya çıkartıyor. 
Lusiferaz-lusiferin sistemi, ateş böcekleri, mantar ve bazı bakterilerin ışık saçmasını sağlıyor. Yeni projede araştırmacılar, aynı sistemin bitkilerde işe yaraması için, bir grup mikroorganizmayı (Agrobacterium’ları) kullandı. Bu bakterinin genleri bitkiye transfer edilebilse de, Agrobacterium'lar bitkide tümör oluşumuna sebep olduklarından bitkiye zarar verebiliyorlar.


Bitkilerin sağlığı açısından ve çevreye bu bitkilerin yayılım riski açısından gözden geçirilmesi gereken Glowing Plant projesi, gelecek vaat eden bir proje olarak Kickstarter kampanyasından 65 bin dolar bağış aldı. Kickstarter, Amerika'da teknolojik yenilik sunan projeleri destekleyen şirket olarak biliniyor.

Evlerimizde bu bitkileri yetiştireceğimiz günler yakın mı bilinmez ama sırf merakımdan bir tanesini yetiştirmeyi isterdim :) Belki bu hevesle tohum satın alıp bu blogda bitkimin karanlıktaki fotoğraflarını da paylaşırım kim bilir?


Projenin Kickstarter'daki web sayfası için: tıklayınız
Etsy'den projeyle ilgili satın alabilecekleriniz için: tıklayınız
Ateş böceğinden bahsetmişken Zonguldak'ta Çağlar'ın çektiği videoyu izlemek istersiniz belki: 
http://youtu.be/HCJ-6_k0k7Y

17 Temmuz 2013 Çarşamba

Bitki Çayları Kanserojen Olabilir Mi?



Alman Federal Risk Değerlendirme Enstitüsü (BfR) tarafından çaylar üzerinde yapılan bir araştırmanın ilk sonuçları iki gün önce (15.07.2013) kurumun web sitesinde yayınlandı. Çalışma, günlük hayatımızda çokça tükettiğimiz, sağlıklı olduğunu düşündüğümüz bitki çayları hakkında beklenmedik gerçekleri göz önüne serdi. Buna göre, bazı bitki çayları, hayvan deneylerinde kansere sebep olduğu tespit edilen maddeler içeriyor.


Araştırmanın amacı, Alman piyasasında bulunan bitki, bitki çayı ve gıdalarda kanserojen olduğu bilinen pirolizidin alkaloitlerinin miktarlarını belirlemek. Pirolizidin alkaloitleri (PA), aslında doğada 6 binden fazla bitkide doğal olarak bulunuyor. Bu madde grubunun bitkide neden üretildiği hala bir muamma olsa da bitkiyi etraftaki zararlılardan korumak amaçlı sentezlendikleri görüşü yaygın. Pirolizidin alkaloitleri üzerinde yapılmış önceki çalışmalar, (1,2 doymamış türevlerin) karaciğer rahatsızlığına ve kansere yol açabileceğini gösteriyor.

Araştırma kapsamında Almanya piyasasındaki 221 bitki çayı incelenmiş. Yapılan araştırmada rooibos ve yeşil çay örneklerinde belirgin düzeyde PA bulunmazken; papatya, nane, ısırgan otu, melisa ve bebekler için üretilmiş rezene çaylarında 3.4 mg'a (1 kg çayda) kadar çıkan miktarda PA bulunduğu tespit edilmiş. 

Federal Risk Değerlendirme Enstitüsü Başkanı Profesör Andreas Hensel, bazı ürünlerde beklenmedik yüksek oranlarda pirolizidin alkaloiti tespit ettiklerini ancak bu sonuçların tesadüfen mi yoksa çayların yeterince temiz olmamasından mı kaynaklandığının kesinlik kazanmadığını söylemiş. 

Federal Risk Değerlendirme Enstitüsü henüz yüksek oranda PA içeren çayların sağlığa zararlı olduğu yönünde bir uyarı yapmadı. Ancak uzun süre bitki çayı tüketilmesinin özellikle çocuklarda, hamile ve çocuk emziren kadınlarda risk teşkil edebileceği unutulmamalı. Yetişkinlere ise günde 5 sallama bitki çayından fazla tüketilmemesi tavsiye ediliyor.

Bizi ilgilendiren noktaya gelelim: Almanya gibi fitoterapinin yaygın olduğu ve denetimlerin sık yapıldığı bir ülkede bile durum böyle ise Türkiye'de yapılacak bir çalışmada çıkacak sonuçları düşünmek bile istemiyorum. Öğrenciyken farmakognozi derslerinde hocalarımızın bu konudan bahsettiğini hatırladım hemen. Papatya çayı adıyla aktarda satılan çayların çoğunun (PA içeren, bebekleri öldürebilecek düzeyde karaciğere toksik) papatyaya benzer Senecio çiçekleri bulundurduğunu anlatmışlardı. 

Bu durumda bize düşen görev; güvenilir firmaların bitkisel çaylarını tercih etmek, açıkta satılan markasız bitkileri, bitki karışımlarını kullanmaktan önemle kaçınmak. 

Herkese sağlıklı günler...

Web sitesindeki haberin orjinali: http://www.bfr.bund.de/ 

16 Temmuz 2013 Salı

Mucize Yiyecekler

Gün geçmiyor ki medyada bir bitkinin, meyvenin-sebzenin ülsere, kansere, diş ağrısına, baş ağrısına kısaca her derde deva olduğunu duymayalım. 

Bazılarımız bu haberleri dinleyip kulak arkası ediyoruz. Bazıları ise kayıtsız şartsız dinlediğine inanıp diyetinde bu besin/bitkilere yer vermek için uğraş gösteriyor. Peki bu haberlerden hangileri doğru? Kime inanmalı? 

Çikolata gerçekten masum mu? Yeşil çay kanserden korur mu? Omega 3 almak için balık yemem gerekir mi? Peki ya brokoli yiyerek prostat kanserinden korunacağım gerçek mi? Yoğurdu sarımsaklasak da mı yesek sarımsaklamasak da mı yesek? 

NHS (National Health Service) tarafından 2011 yılında yayımlanan aşağıdaki makale, son zamanlarda bu konuda okuduğum en güzel yayınlardan biri. Yayının İngilizce olduğunu belirteyim, yaz tatilinde oturup çevirirsem Türkçe'si de olacak umarım :)


NHS'nin web sitesi de sağlık konusunda sağlıklı bilgi alınacak bir kaynak: http://www.nhs.uk/Pages/HomePage.aspx

9 Mayıs 2013 Perşembe

Zehirden Şifa

Ülkemizdeki sayılı araknologlardan (örümcek bilimcilerden) olan Kadir Boğaç Kunt ile farmakognozinin aslında ne kadar geniş bir bilim olduğu üzerine konuşmuştuk bizi evlerinde misafir ettikleri gün. O, hayvan toksinleri üzerine çalışan bir araştırmacının büyük buluşlara imza atabileceği, ülkemizdeki biyolojik çeşitliliğin bu açıdan pek de fazla değerlendirilmediğini düşünüyordu -ki bence sonuna kadar haklı. 

Her geçen gün, ülkemizdeki akrep, yılan, örümcek türlerine ve deniz canlılarına keşfedilen yenileri eklenirken, onların ürettikleri maddeler hakkında pek de fazla bilgi sahibi olduğum/olduğumuz söylenemez sanırım. Bir öğle yemeği sonrası okulumuz Farmakoloji kürsüsünden Prof. Dr. Nurettin Abacıoğlu ile yine bu konu üzerinde konuşmuştuk. Hocam, asistanlığının ilk yıllarında İzmir'de yaptığı dalışlardan çıkardığı, bir çoğumuzun adını bile bilmediği deniz canlıları ile çalışmış. Bu canlıların, hayvan dokularında kasılma-gevşeme cevaplarını saf maddelerden bile şiddetli değiştirdiğini  görmüş. Hocanın yıllar sonra bunları heyecanla hatırlaması, bana anlatması çok ilginçti. Bence de konu çok renkli ve gelecek vaadediyor... Geçenlerde National Geographic dergisinde karşıma çıkan yazı da tam bu konulardan bahsediyor. Sizin için biraz özetledim: 

Ailesiyle birlikte Meksika, Guerrero’da tatil yapan Michael yüzmeye karar verir. Hava cehennem gibi sıcaktır. Mayosunu kuruması için bıraktığı sandalyeden alıp üzerine geçirir. Havuza atlar, serinliğin verdiği rahatlama hissinin aksine, uyluğunun arkasından yükselen yakıcı bir acı sarar bedenini. Mayosunu sıyırıp attığında alev gibi yanan bir bacakla havuzdan dışarı fırlar. O sırada suda küçük, sarı bir yaratık ilerlemektedir. Onu bir kabın içine koyup Michael'i apar topar en yakın sağlık kurumuna götürürler. Klinik doktorları saldırganı hemen tanır: Kuzey Amerika’daki en zehirli türlerden biri olan Arizona akrebi Centruroides sculpturatus...


İncelenmeyi bekleyen 20 milyon hayvansal kaynaklı toksin olabilir.” Zoltan Takacs... Jameson mambasının içi boş sivri dişleri, solunum durmasına ve insanlarda birkaç saat içinde ölüme yol açan toksinler içeriyor. 

Patikada pusu kuran, bodrumda ya da odun yığınlarının altında saklanan yaratıkların dişlerinden ve iğnelerinden akan zehir, doğanın en etkili ölüm aracı. Zehir, bedenin işleyişini anında durdurmaya yönelik olarak mükemmel biçimde geliştirilmiş. Bu karmaşık sıvının içinde, zehirli proteinler ve protein benzeri kısa aminoasit zincirleri dolaşıyor. Moleküllerin farklı hedefleri ve etkileri olsa da öldürücü darbeyi indirmek için birlikte hareket ediyorlar. Bazıları sinir sistemine saldırıyor, sinirlerle kaslar arasındaki iletişimi engelleyerek kurbanı paralize ediyor. Bazıları da hayatsal molekülleri yok ederek hücrelerin ve dokuların çökmesine neden oluyor. Zehir, kanı pıhtılaştırıp kalbi durdurarak ya da pıhtılaşmayı önleyip tehlikeli bir kanamaya yol açarak ölüme neden olabiliyor...

Vietnam kırsalındaki evinde uyurken zehirli bir krait yılanı tarafından sokulan Can Van Thanh, hastaneside paralize (felçli) halde yatıyor. Hasta Takacs’ın ekibinin Tayland’dan panzehir getirtmesinden sonra kurtulmuş.

Hayvanlarda ve bitkilerde bulunan toksinler, bize bedenin önemli hücresel fonksiyonlarını denetleyen proteinlerin işleyişi konusunda da net bir görüntü sunar. Örneğin balon balığının öldürücü zehri tetrodotoksin (TTX) üzerinde yapılan araştırmalar, sinir hücrelerinin iletişim biçimleri konusundaki ayrıntıları ortaya çıkardı.

Hawaii Üniversitesi’nden Angel Yanagihara, “İnsanların acısını azaltmak için yeni bileşimler bulmak üzere motive olmuş durumdayız,” diyor. “Ama bu tür bir çalışma yürütürken umulmadık şeyler de ortaya çıkarabiliyorsunuz.”15 yıl önce kutu denizanası tarafından çarpılmasının öcünü almak amacıyla da harekete geçen Yanagihara, denizanası zehrini barındıran tüpçüklerde yaraları iyileştirme potansiyeline sahip bir madde keşfetmiş. “Zehrin kendisiyle hiçbir ilgisi yok,” diyor. “Zehirli bir hayvanla yakınlaşmam sayesinde umduğumdan çok daha fazla bilgiye sahip oldum ben...”

Zehir kaynaklı tedavi yeni bir fikir değil. Örneğin MS 2. yüzyıla ait Sanskrit metinlerinde görülüyor. MÖ 67 civarında, Roma’nın düşmanı olan ve toksikoloji konusuyla amatörce uğraşan Pontus Kralı VI. Mitridat’ın, yaralarına bozkır engereği zehri süren şamanlar tarafından savaş meydanında iki kere kurtarıldığına inanılıyor. Kristalize edilmiş yılan zehri günümüzde Azerbaycan için tıbbi bir ihracat kalemi. Geleneksel Çin ve Hint tıbbında yüzlerce yıldır kullanılan Kobra zehri, homeopatik ağrı kesici olarak 1830’larda Batı dünyasına girdi.

Toksikolog Takacs, Fiji sularında sarı dudaklı deniz krait yılanını yakalıyor. Bu yılanın zehri, avı olan güçlü ve hızlı yılan balığını paralize ederek kaçmaktan alıkoyuyor.

Hayvan zehirlerini bir sağaltım yoluna dönüştürme bilimi, 1960’larda, İngiliz klinik tedavi uzmanı Hugh Alistair Reid’in Malezya engereği zehrinin derin ven trombozu (bacak toplardamarında pıhtılaşma) durumlarında kullanılabileceğini önermesiyle başladı. Reid, yılanın toksinlerinden biri olan ancrod isimli proteinin, fibrin proteinini kandan çekerek pıhtılaşmayı önlediğini keşfetmişti. Engerek zehrinden elde edilen pıhtı çözücü ilaç Arvin, Avrupa’daki hastanelere 1968 yılında ulaştı. Bugün Arvin’in yerini yılan zehrinden yapılan pıhtılaşmayı önleyen başka maddeler almış durumda. 

Günümüzde yüksek tansiyona karşı yaygın kullanımda olan ACE (anjiyotensin dönüştürücü enzim) inhibitörü ilaç sınıfıysa 1970’lerde Brezilya engereğinin zehrinden geliştirildi. Araştırmacılar, bu yılanlar tarafından sokulan muz bahçesi çalışanlarının tansiyonlarının düşerek bayılma nedenlerini araştırmaya başlamış, daha sonra zehirde basınç düşürücü önemli bir bileşeni ortaya çıkarmıştı. Ancak ilaç şirketi yöneticilerini, yılanın dişlerinden gelen bir maddenin insan hayatını kurtaracağı konusunda ikna etmeleri gerekti. Ayrıca zehrin bir hapın içine koyulup hastalara verilmesi imkânsızdı. Yararlı bileşenlerinin moleküler düzeyde ayarlanması, boyutunun değiştirilmesi ve insan sindirim sisteminin gücüyle başa çıkması için üzerinde oynanması gerekiyordu. Sonuçta sentetik versiyonlardan biri insan üzerinde denendi ve 1975’te ağızdan alınan ilk yüksek tansiyon ilacı Captopril kullanıma girdi. Öncülüğü Captopril tarafından yapılan ACE inhibitörü sınıfı ilaçlar günümüzde tüm dünyada on milyonlarca insanın tedavisinde kullanılıyor, satışları milyarlarca dolara ulaşıyor...

Moleküler biyoloji gibi alanlarda yaşanan gelişmeler, uzmanlara zehirleri ve hedeflerini anlama konusunda daha iyi yollar sunmaya devam ediyor. Bir zamanlar, şansa bel bağlamış durumda olan ilaç şirketleri zehrin etkilerini saptamak için binlerce bileşeni incelerken, günümüzün Toksin Tasarlayıcılığı gibi ileri teknoloji seçenekleri daha kesin ayrıntılar veriyor, spesifik moleküler kilitlere oturan tıbbi anahtarları şekillendirmeyi kolaylaştırıyor. Bu da, kahverengi yılanın zehrinden elde edilen kanamayı durdurucu bir spreyin yakın gelecekte kaza yerlerinde yaşam kurtaracağı ve mamba yılanındaki bir peptidin bir gün kalp hastalığını tedavi edeceği anlamına geliyor.

Pasifik resifinde taş balığını görmek zor ama ondan uzak durmak önemli. Sırtındaki dikenlerden çıkan zehir öldürmese de acısı öyle büyük ki, kendinizi etkilenen kol ya da bacağın kesilmesi için yalvarırken bulmanız mümkün.

Hayvan zehrinin tıbbi gücü Zoltan Takacs’ın yinelemekten bıkmadığı gibi “akıllara durgunluk verici.” Ancak bu gücün kaynaklarını, toksinlerin sunduğu bu olanakları tanımlayabilme hızımızdan daha çabuk kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyayız. Yılanlar, dünyanın farklı köşelerinde farklı yaşam şekillerine uyum sağlarken aynı zamanda birbirlerinden çok farklı zehirleri de evrimleştirdiler. Ama diğer birçok hayvan gibi yılanların da sayısı giderek azalıyor. Okyanuslar da baskı altında; kimyasal yapılarının değişmesi koni kabuklu salyangozdan ahtapota kadar umut vaat eden zehir kaynaklarının yok olmasına yol açabilir.

Takacs, “Yeryüzündeki biyolojik çeşitliliği koruyarak moleküler biyolojik çeşitliliğin değerini çok daha iyi anlayabiliriz,” diyor. Bu da korumacılık alanında verilen kararlarda doğanın en ölümcül zehirlerindeki molekülleri gündemde üst sıralara oturtacak. Ve böylece çok hayat kurtulacak.

*Jennifer S. Holland’ın kaleme aldığı, Mattias Klum’un objektitifinden kareler içeren ‘Şifalı Zehir’ adlı yazının tümünü National Geographic’in Şubat 2013 sayısında okuyabilirsiniz

7 Mayıs 2013 Salı

İstanbul Üniversitesi Botanik Bahçesi Taşınacak Mı?


Dün gece aile dostumuz Kadir Boğaç Kunt'un benimle paylaştığı gazete haberine çok üzüldüm. 76 yaşındaki İstanbul Üniversitesi Botanik Bahçesi'nin taşınması bence yok olması anlamına geliyor. Umarım taşınma sadece söylenti olarak kalır... Sizleri de haberdar etmek için haberin tamamını ekliyorum:

Atatürk’ün davetiyle Nazi zulmünden kaçarak Türkiye gelen Alman bilim adamı Ord. Prof. Dr. Alfred Heilbronn’un 76 yıl önce kurduğu tarihi İstanbul Üniversitesi Botanik Bahçesi’nde taşınma endişesi yaşanıyor. İ.Ü. Rektörü Prof. Dr.Yunus Söylet‘in, eskiden Şeyhülislamlık olarak kullanılan alana yönelik Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bir talebinin olduğunu açıklaması botanikçileri kaygılandırdı. Botanikçiler, “Bitkilerin taşınacakları ortama uyum sağlamaları çok zor. Botanik bahçeleri savaşta bile bombalanmazken bahçenin bu şekilde zarar görmesi düşünülemez” diyor.

İ.Ü Fen Fakültesi’ne bağlı Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi’nde taşınma tedirginliği yaşanıyor. Taşınmayı gündeme getiren ise Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tarihi talebi oldu. Rektör Yunus Söylet, geçtiğimiz günlerde katılıdığı bir televizyon programında bu talebi doğruladı ve şunları söyledi; “6 ay kadar önce Diyanet İşleri Başkanımız geldi ve ilk defa gördüğüm bir tarihi fotoğrafçıkardı. Hakikaten orası eski Şeyhülislamlık. Duvarlarıyla ve bahçesiyle.(...) Bir formül üzerinde çalışıyoruz. Henüz detaylı konuşmadık ama orada bir talep var, bu talebin haklı yönleri var.” Söylet, “Bir şekilde taşınacak diyorsunuz?” sorusunda da, “Böyle bir ihtimal var evet; hiç yok diyemeyeceğim” yanıtını verdi.


4 bin çeşit bitki
Bu ifadeler üzerine taşınma korkusunun yaşandığı tarihi bahçeye gittik. Süleymaniye Camii’nin yanı başında yaklaşık 18 dönümlük bir arazide kurulu bahçede, 4 bin çeşit bitki yer alıyor. Türkiye’nin ilk botanik bahçesi olma özelliğini taşıyan bahçe, endemik birçok bitki türünün korunması açısından da büyük önem taşıyor. Hamburg Üniversitesi’nden bağış yoluyla tropik ve subtropik ülkelerin bitkilerinin yetiştirildiği bahçeye, 390 adet egzotik bitkinin yanı sıra 185 milyon yıllık tarihe sahip Çin Mabet Ağacı ile 300 milyon yıllık tarihe sahip Sago Palmiyesi eşsiz bir güzellik katıyor.


Uyum sağlayamazlar
Bahçe Sorumlusu Yrd. Doç. Dr. Erdal Üzen, taşınmanın birçok bitki türü için bir son olacağını şu sözlerle dile getiriyor: “Bahçemizde kaybolan türleri birarada tutmaya çalışıyoruz. Türkiye’deki 11 bine yakın bitki türünün 4 bini bahçemizde bulunuyor. Şu an Hakkari’de artık olmayan bir bitki zamanında hocalarımız tarafından bahçemize dikildiği için burada yaşamını sürdürmekte. Botanik bahçesi olarak kaybolmaya yüz olan bitkileri korumak zorundayız. Bu bitkilerin başka yere taşınması çok zor. Çünkü bu bitkilerin taşınacakları ortama adapte olmaları mümkün değil. Savaşta bile bombalanmayarak hassasiyet gösterilen botanik bahçelerinin bu şekilde taşınması ve hasar görmesi, önemli bitkilerin kaybedilmesi hiçbir şekilde kabul edilemez.”

Tahrip olabilir 
Ege Üniversitesi Bahçe Bitkileri Bölümü Başkanı Prof. Dr. Mustafa Ercan Özzambak da botanik bahçelerinin genetik kaynaklar olduğuna dikkat çekerek, taşınmanın bitki türlerine zarar vereceği görüşünde. Nezahat Gökyiğit Botanik Bahçesi Müdürü Prof. Dr. Adil Güner ise İ.Ü. Botanik Bahçesi’nin tarihi değeri olduğuna vurgu yaparak şunları söylüyor: “Avrupa bahçeciliği bizden öğrenmesine rağmen zamanla öne geçti. Çalışmaya devam etmeliyiz. Bahçenin korunması ve fonksiyonunun artırılarak işlevini sürdürmesi gerekiyor. Taşınırsa tahribat yaşanabilir.”


Bahçeye ismi verildi
Fen Fakültesinin Biyoloji, o zamanki adı ile “Nebatat ve Hayvanat Enstitü”leri için yeni bir bina gerekli olunca Süleymaniye’de İstanbul Müftülüğü’nün bahçesindeki, bir yangın sonucu kullanılamaz hale gelen, İstanbul Kız Sultanisi’nin arsası üzerinde bir binanın yapılmasına karar verildi. Botanik bahçesi 4 Haziran 1937’de hizmete açıldı. Bahçede büyük emeği geçen bilimadamı Alfred Heilbronn anısına Üniversitenin 70. yılında botanik bahçesine “İstanbul Üniversitesi, Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi” adı verildi. Bahçe mesai saatleri içerisinde gezilebiliyor. 

AYŞE SORUCU (www.milliyet.com.tr 06.05.2013)

Bahçe hakkında daha fazla bilgi ve bahçedeki türler için:
http://www.istanbul.edu.tr/fen/botanik-bahcesi.php
İngilizce bilgiler için:
http://www.coimbra-group.eu/uploads/2012/Istanbul-Botanical%20Garden.pdf
Harita ve iletişim bilgileri için:
http://istanbulforkids.com/konu-basliklari/2012/2123/2123/

4 Mayıs 2013 Cumartesi

Asuman Baytop ve Turhan Baytop

İstanbul Ünv.'deki Türk Eczacılık Tarihi Müzesi'nden
Ülkemizde yapılan farmasötik botanik ve farmakognozi yayınlarını ve kitaplarını karıştırırken çok sık rastlayacağınız isimlerden ikisi Asuman ve Turhan Baytop olacaktır. 

Onlar; bilim dünyasına kazandırdıkları yeni türler, içinde bulundukları şartlara rağmen ürettikleri kapsamlı çalışmalar ile ülkemizi gururlanmış akademisyenler... Öğrencilerinin ufkunu açmış,  değerli bilim insanlarının yetişmesine vesile olmuş, hayatlarını bilim ve doğa aşkıyla dolu geçirmiş, bizlere örnek olan iki değerli insan... Kitaplığımın en güzel yerinde duran sık sık açıp baktığım  (Türkiye'de Bitkilerle Tedavi, Türkçe Bitki Adları Sözlüğü, Türkiye'de Botanik Tarihi Araştırmaları, Anadolu Dağları'nda 50 Yıl, Türkiye Eczacılık Tarihi Araştırmaları gibi) bir çok kitabın yazarları...

               

Bu sabah, (onların izinden giden kızları) sayın Feza Günergun'un kaleminden anne ve babasının hayat hikayesini okudum. Bu makaleleri sizlerle de paylaşmak istedim. Benim 2002 yılında vefaat eden Turhan Hoca ile tanışma şansım malesef olmadı. Asuman Hoca'yı ise ilk defa İstanbul'da düzenlenen Farmakognozinin 50. Yılı Kutlama Toplantısı'na katıldığımda görmüş, tanımış ve gururlanmıştım. 


Güncel Not: Sayın Asuman Baytop 18 Şubat 2015 günü vefaat etmiştir. Ülkemiz bilimi için çok değerli iki isim olan Baytop'ları saygıyla anıyor, eserleri ve yetiştirdiği öğrencileri ile adlarının hep yaşayacağını belirtmek istiyorum...


Asuman Baytop:

http://www.journals.istanbul.edu.tr/iuoba/article/download/1023009014/1023008365

2 Mayıs 2013 Perşembe

Takviye Edici Gıdalarla İlgili Yönetmelik

Takviye edici gıdalar onay alınmadan üretilemeyecek, işlenemeyecek, ithalatı yapılamayacak ve piyasaya arz edilemeyecek. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı'nca hazırlanan "Takviye Edici Gıdaların İthalatı, Üretimi, İşlenmesi ve Piyasaya Arzına İlişkin Yönetmelik", Resmi Gazete'nin bugünkü (02.05.2013) sayısında yayımlandı.



Yayım tarihinden itibaren 3 ay sonra yürürlüğe girecek düzenlemeyle takviye edici gıdaların ithalatı, üretimi, işlenmesi ve piyasaya arzına ilişkin usul ve esaslar belirlendi. Buna göre, takviye edici gıdalar onay alınmadan üretilemeyecek, işlenemeyecek, ithalatı yapılamayacak ve piyasaya arz edilemeyecek. 

Onaylanan takviye edici gıdaların listesi ile bu gıdaları üreten, işleyen ve ithal eden gıda işletmeleri, Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığının resmi internet sitesinde güncellenerek yayınlanacak.

Düzenlemeyle Takviye Edici Gıda Komisyonu (TEGK) ve Uzman Veri Tabanı oluşturulacak. TEGK, Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı'ndan 6, Sağlık Bakanlığı'ndan 3 temsilci, her iki Bakanlıkça ayrı ayrı seçilecek 3'er bilim insanı olmak üzere takviye edici gıda konusunda deneyimli 15 üyeden oluşacak. 

Bakanlık, yönetmelik kapsamında TEGK'nin yapacağı çalışmalarına uzman desteği sağlamak amacıyla uzmanların uzmanlık alanlarını ve iletişim bilgilerini içeren verilerin yer aldığı Takviye Edici Gıda Uzman Veri Tabanı oluşturacak. 

Bakanlık, ithal edilen, üretilen, işlenen ve piyasaya arz edilen herhangi bir takviye edici gıdanın insan sağlığı üzerinde zararlı bir etkisinin olması ihtimalinin belirmesi, bilimsel belirsizliklerin devam etmesi ve mevcut tedbirlerin yetersiz kalması durumunda, kapsamlı bir risk değerlendirmesine imkan sağlayacak daha fazla bilimsel veri elde edilinceye kadar geçici olarak üretimin veya ülkeye girişin durdurulması, piyasaya arzının ve kullanımının yasaklanması, tüketiminin engellenmesi ve toplatılması gibi ihtiyati tedbirlere başvurabilecek.

Takviye edici gıdalar, ''Normal beslenmeyi takviye etmek amacıyla, vitamin, mineral, protein, karbonhidrat, lif, yağ asidi, amino asitler gibi besin ögelerinin veya bunların dışında besleyici veya fizyolojik etkileri olan bitki, bitkisel kaynaklı maddeler, biyoaktif maddeler ve benzeri maddelerin konsantre veya ekstrelerinin tek başına veya karışımlarının, kapsül, tablet, pastil, tek kullanımlık toz paket, sıvı ampul, damlalıklı şişe ve diğer benzer sıvı veya toz formlarda hazırlanarak doz halinde sunulan ürün'' olarak tanımlanıyor.
A.A

9 Nisan 2013 Salı

Haşhaş, Opium, Afyon

Son günlerde bölümümüzde hummalı bir koşuşturma var. Yenilenen laboratuvarlarımızı tekrardan yerleştirmek ve düzenlemekle uğraşıyoruz. Cuma günü kitaplıkları düzenlerken; elimize, o kitaplıkta yıllardır durduğunu fark etmediğimiz dokümanlar geçti. Bunlardan biri de 1987 yılında TMO tarafından hazırlanmış bir kitapçık, "Narcotics Control in Turkey". 


Bu gün fırsat bulup incelediğim kitapçıktan birkaç resim paylaşmayı düşündüm. Aslında Farmakognozi ve Fitoterapi Derneği ile Afyon'daki Bolvadin Alkaloit Fabrika'sına düzenlediğimiz gezide de birçok fotoğraf çekmiştim ama o fotoğrafları arşivden çıkarmak biraz zaman alacak gibi. İleride bir yazıda gezinin hikayesi ile fotoğrafları paylaşırım.



Kitapçıktan bahsedilen bir kaç önemli bilgi:

  • Ülkemizde haşhaş MÖ 3000'lerden beri yetişiyor-yetiştiriliyor.
  • İlk zamanlar haşhaş tohumları yağ elde edilmesi amacıyla ve besin olarak kullanılıyor. Uyuşturucu özelliğinin keşfiyle değeri artıyor.
  • Ülkemizdeki haşhaş üretimi, 1938'den bu yana TMO tarafından kontrollü, stoklu, standardize yöntemlerle yapılmakta. 
  • TMO'nun Afyon Bolvadin'deki Alkaloit fabrikasında, 1981'den bu yana hem medikal kullanım hem de yurt dışına satış amacıyla haşhaş kapsülleri işleniyor.
  • 1938-1971 yılları arasında dünya piyasasındaki en kaliteli afyonu Türkiye üretiyor. Ancak kaçakçılık, kontrolsüzlük gibi sebeplerle 1971-1974 yılları arası haşhaş ekimi yasaklanıyor. 
  • 1974'de Birleşmiş Milletler'in desteği ile işlenme yöntemi değiştirilerek kontrollü üretime geçiliyor. 1965'te 35 ilde ekim yapılırken 1980'lerde 7 ilde ekim yapılmasına izin veriliyor.
  • Ekim yapmak için çiftçilerin mutlak TMO'dan lisans almaları gerekiyor ki bunun için de baya ince eleyip sık dokunmuş zamanında. 
  • Günümüzde kapsüllerin çizimi ile afyon elde edilmesi kesinlikle yasak, haşhaş kapsülleri doğrudan fabrikaya getirilip orada ekstraksiyon ünitelerinde işleniyor.
  • Elde edilen morfin hidrat üzerinden türevleme ünitesinde ihtiyaca göre kodein, dionin ve türevleri hazırlanabiliyor. Ürünlerin kalitesi farmakope standartlarına göre kontrol ediliyor.  
Bolvadin'de üretilen ürünlerden örnekler (Narcotics Control in Turkey, 1987)

Konu ile ilgili çok detaylı bilgilerin ve istatistiklerin yer aldığı TMO'nun bir kaynağı için: http://www.tmo.gov.tr/Upload/Document/raporlar/HashasRaporu2012.pdf  
Bu dökümanda haşhaşla ilgili merak ettiğiniz her konuda ayrıntılı bilgi bulabilirsiniz. 


Ülkemizdeki haşhaş ekim alanlarını gösteren harita-2010


Yukarıdaki harita ise, İngilizce bir kaynaktan. "Opium poppy licensing in Turkey" başlıklı çalışma 2011 yılında ICOS (International Council on Security and Development) tarafından  hazırlanmış. Dökümanın son 13 sayfasında çok güzel fotoğraflar var, göz atmanızı tavsiye ederim. 

26 Mart 2013 Salı

Bitkisel Ürünlere Bakanlık'tan Sıkı Takip

25 Mart 2013 Pazartesi (Zaman Gazetesi) 

Halk sağlığını tehlikeye atan ve ruhsatsız satılan bitkisel ürünler, Türkiye genelinde mercek altına alınıyor. Sağlık Bakanlığı, bitkisel ürün satış yerlerindeki bitkisel ürünlere sıkı denetim getiriyor. Uzmanlar da Bakanlık izni, hekim ve eczacıların kontrolü olmadan bu tür ürünlerin kullanılmaması uyarısında bulunuyor.

Sağlık Bakanlığı, aktar, baharatçı ve bitkisel ürün satan yerlerdeki bitkisel ürünleri mercek altına aldı. Bakanlık, 81 il valiliğine acil kodu ile gönderdiği yazıyla, İl Sağlık Müdürlüğü ekiplerinin eczane, ecza depoları, aktar ve baharatçı gibi yerlerde tedavi amacıyla halka satışı yapılan ruhsatsız bitkisel ürünlerin satışının engellenmesini istedi.


Bakanlık, yazısında, “Bakanlığımızca ruhsatlı ya da izinli olmadığı halde ‘gıda takviyesi’, ‘besin takviyesi’, ‘vitamin takviyesi’, ‘vücut direncini artıran ürün’ olarak adlandırılan ürünlerin ‘fitoterapi’ adı altında endikasyon belirtilerek ve sağlık beyanında bulunularak satıldığı bilgilerine ulaşılmıştır.” ifadelerine yer verildi. Bu kapsamda bitkisel ürünlerle tedavinin suistimale açık olduğu ve halk sağlığıyla ilgili olumsuz bir durumun yaşanmaması için denetimlerin sıklaştırılması gerektiği belirtildi. Bütün aktar, baharatçı ve diğer satış yerlerinde ‘fitoterapi’ adıyla ehliyetsiz kişilerin, sağlık beyanında bulunularak bitkisel ürün satmaları engellenecek. 

Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu da, ruhsatsız ‘bitkisel ürünlere’ karşı vatandaşları uyardı. Bitkilerle uygulanan tedavi yöntemi anlamına gelen ‘fitoterapi’nin ehliyetsiz kimselerce uygulanmasının yasak olduğunu belirten İlaç Kalite Daire Başkanı Fatma Bekar, “Fitoterapinin, mutlaka hekim ve eczacı tavsiyesi ile uygulanması gerekir. Bu amaçla kullanılacak ürünler kesinlikle bakanlıkça izinli ürünler olmalıdır.” diye konuşuyor. Sağlık Bakanlığı dışındaki bakanlıklardan alınan onay ve izinlerle fitoterapi yapılmasının yasak olduğunu hatırlatan Bekar, “Bu ürünler eczane dışında satılamaz. Bir aktar ya da baharatçının bitkisel ürünleri ilaç gibi etki gösterdiğini belirtmesi kanunen yasaktır.” ifadelerini kullanıyor. Bakanlığın son dönemde ruhsatsız bitkisel ilaç satışı yapan firmalara sıkı takip uyguladığını vurgulayan Fatma Bekar, “Sadece internette bine yakın web sitesi ve 2 bin 500 ruhsatsız ürün engellendi. Eczanelerde bakanlık onaylı 150’ye yakın bitkisel ürün var. İsteyen, eczacı ve hekim tavsiyesi ile bu ürünleri alabilir.” şeklinde konuşuyor. 

Gazi Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Bilge Şener ise halk arasında doğal olan her şeyin zararsız olduğuna dair yanlış bir inanış olduğunu belirtiyor. Prof. Şener, “Hangi koşullarda, kim tarafından üretildiği belli olmayan bitkisel ürünler yarar yerine, karaciğer ve böbrekler başta olmak üzere organizmada harabiyete sebep oluyor.” diye konuşuyor. Diğer ilaçlarda olduğu gibi, bitkisel ilaçlarda da ilaç-ilaç, ilaç-besin etkileşmeleri olduğunu belirten Prof. Şener, “Bu ürünlerin bilinçsiz kullanımında insan vücudunda istenmeyen durumlar meydana gelebilir.” diyor.